Tumbadız
- Ümmühani Topal
- 29 Tem
- 5 dakikada okunur
—Kahvaltı yapmadı mı bu oğlan! Geçmiş televizyonun karşısına, yatmış bir seksen-iki
doksan, ha bire tıkınıyor! Hamburger midir nedir onu yiyor! Allah aşkına şuna bir şey söyle
hanım! Yoksa kalbini çok kötü kıracağım bir gün bu zamanenin! Biz onun yaşındayken…
-Aman Bey! Gözünü seveyim gene başlama!
-Tamam tamam! Hiç de toz kondurmazsın! Zaten sen getirmedin mi bu çocuğu bu hale!
Küçücükten ekmekti, pastaydı, köfteydi, Allah ne verdiyse tıktın ağzına. Yok, efendim
komşunun kızı bizimkinden beş ay küçükmüş ama topaç gibiymiş. Niye bizimki ondan küçük
görünüyormuş. Üstelik bizimki erkek çocuğuymuş. Mış mış da mış mış!...
Şimdi de şikâyet ediyorsun. Çocuk oldu bir tumbadız! Bak! Bak da gurur duy eserinle!
-Bi dakka, bi dakka! Ne dedin sen az önce? Tu..Tumba?
-Tumbadız, tumbadız!
-Ne dedin oğluma? Kötü bi şey mi söyledin?
-Bak, bak, baaaaaaak! Şunun ettiği lafa hele! Sanki bizim üvey oğlumuz!
-Lafı dolandırma. Ne demekmiş tumbadız?!
-Tumbadız, senin oğlun(!) Kısa, şişman. Homini gırtlak. Ne bulduysa öğüten. Bir de lokma
boğazından aşar aşmaz sırtüstü yatan. Nasıl, aynı bizimki değil mi? Pardon, oğlun!
Beriki homurdandı; “Aman pek de alıngan beyimiz!”:
-Allah Lillah aşkına başlama beni suçlamaya. Sanki annenin hiç payı yok bu işte! Her
geldiğinde evladıma bakarak dudak büküp: “Hiç bakmeyiksin oğlana? Neen bu gadder baston kimin galık bu uşak. Hele bah, yazzık. Gaşşık gadder kalmış suratı. Bizim kimin köyde,
harmanda mı büyütüyonuz uşakları. Şeer yerde gak dessen et, guk dessen süt var bilmiiik
mi?” Dedikçe kendimi beceriksiz ve kötü bir anne hissedip, teptim ağzına ne bulduysam.
-Naapmış annem! İlle ona çatmasan olmaz. Kadıncağız öldü gitti. Hala arkasından söylenip
duruyorsun! Ben onu beşi bilmem. Ya şu velede bir şeyler der halledersin meseleyi ya da ben bilirim yapacağımı!
Ardından çarptı kapıyı kahveye gitti.
Gülten Hanım derin bir iç geçirdi. “ Ya sabıııır! Biri kendi gençliğini ha bire anlatır durur;
diğeri gamsıııııız, yaylalardan serin. Berikini hiç duymaz. Varsa yoksa atıştırıp televizyon
seyreder. Ne yapacağım ben bunlarla?”
Bu kavga yarısı konuşmalar onların hafta sonu sabahlarının değişmezi haline gelmişti son
zamanlarda. Kadıncağız ne yapacağını bilemez haldeydi. Evde esen soğuk hava da iyiden
iyiye canını sıkar olmuştu.
Tek evlatları, ciğerpareleri Cihan’a gelince, o ayrı bir âlemdi. Yaşıtları kan-ter içinde beşer-
onar dakikalık teneffüsleri ganimet bilip, okuldaki sahalarda futbol veya basketbol oynarken
oncağız başka havalardaydı. Gram yağının erimesine gönlü olmaz, bu bezlere hiç tarak
sürmezdi. Bankta kaykılarak, yarı yatmış desek daha doğru olur, eline, mayonezi ve ketçapı
bol bir hamburger alıp, arkasından atlı geliyormuş gibi, lokmaların biri boğazından aşmadan
diğerini, nefes dahi almadan ardı ardına ekleyip, maç yapan arkadaşlarını izlemeye bayılırdı.
Gerçi annesinden aldığı egeli teni güneşin altında hemencecik kıpkırmızı kesilir, yarım günde
ciğer gibi kızarır, gözleri kan çanağına dönerdi. Ama o yine de hamburger zevkine maç
izlemeyi katık yapıp, arada bir de, temiz kalan tek yeri olan, sol elinin serçe parmağıyla,
şimdiden hatırı sayılır büyüklüğe erişen göbeğini kaşıyıp öylece mayışmayı pek bir severdi.
Hani doğrusu ya; iştah özürlü, her nimete burun kıvırıp, kusur bulan; mıy mıy yemek yiyip,
insanın içini bayan çirozları bu oğlancağızın karşısına oturtmak lazımdı. Alimallah, tekmil
iştah özürlüleri iştaha getirirdi. Yemekten zevk alıyordu, ötesi yoktu.
Zavallı kadıncağız, çoğunun kaderi eşiyle evlatları arasında kalmak olan annelerin dramını
yaşıyordu. Eşine bir şey diyecek olsa oğlunu korumakla, oğluna bir şey diyecek olsa anlayış
göstermeyen anne olmakla suçlanıyordu. Bıçak kemiğe dayanmıştı.
Evet evet, bu defa kesin kararlıydı. Oğluyla durumu konuşacaktı. Gerçi her deneme bir
kavgayla son buluyordu ama… Olsun, bir daha deneyecekti. Denemeliydi… Öyle ya bu
aile meselesinin baş aktörü Cihan’dı. Aslında bir hayli de zeki çocuktu. Karşılıklı
konuşurlarsa ana-oğul aşabilirlerdi bu tümseği belki de. Ümitlenmek istedi, başardı…
Oturma odasına giderken kararlı insanlara has öyle bir dik duruşu, ayağını yere küt küt öyle
bir vuruşu vardı ki cenge giden yeniçeriler yanında yaya kalırdı.
Odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında ne yapacağını bilemedi. Elleri iki yanına
düşüverdi. Derin bir iç geçirdi. Neredeyse ümidini yitirecekti. Tek oğulları, tek çocukları
televizyonun karşısındaydı. Ayağının altına kanepenin kare biçimli kırlentlerinin ikisini
koymuş, ayak ayaküstünde, az önce yediği dolgun hamburgerlerin tatlı rehaveti çöken gözleri
yarı aralık, kanepenin boyuna paralel bir şekilde uzanmıştı. Yanındaki sehpada
hamburgerlerin kefenleri duruyordu. Cihancık (!) ise, ilk akşamdan uyuduğu halde günlerdir
gözünü yummamış gibi uyku modunda çizgi film izliyordu. Annesi kapıdan girince hafiften
kımıldandı. Ama yasak savma cinsinden…
Gülten Hanım, bu durumu görmezden gelmeyi tercih etti. Bu defa kesin bitirecekti bu işi:
—Oğlum, o televizyonu kapat. Seninle iki satır konuşalım.
Aygın-baygın, yerinden zor kötek kalkan delikanlı, homurdanmayla karışık bir sesle:
—Anne bak; eğer geçen defaki gibi önce konuşalım deyip, sonra bana bağıracaksan hiç
konuşmayalım. Bak ne güzel çizgi film izliyorum şurada. Ayrıca seninle bozuşmayı da
istemiyorum. Bir Pazar keyfimiz var, nolur onu da mahvetme.
Durumu çözmeye kesin kararlıydı kadın:
—Tamam oğlum tamam. Bu defa bağırmayacağım.
Ana-oğul konuştular. Annesi Cihan’ın gereğinden fazla yemek yemesinin kendisine ne
zararlar verebileceğini anlattı. Cihan ise; yemek yemeyi ve özellikle hamburger yemeyi ne
kadar çok sevdiğinden dem vurdu. Nihayet bir anlaşmaya vardılar. Anlaşmanın tek şartı
şuydu; Cihan, eğer çok alınması hâlinde insana zarar vermeyen bir gıdanın varlığını
ispatlayabilirse; çok yediği bahanesiyle ona kızılmayacaktı.
Anlaşmaya evet demişti demesine ama bit telaştır almıştı çocukcağızı. Ya bulamazsa o
gıdayı. Ne yapardı. Hayattaki tek zevki olan hamburger yeme hazzını toprağa mı gömecekti.
Yok yok. Mutlaka bulmalıydı, ama nasıl, nereden? Üstelik anlaşmanın şartı gereği, aradığı
gıdayı bulana kadar günlük hamburger sayısına kota koymuştu annesi. Kolay mıydı canım
günde sekiz-on hamburger yerken dört hamburgere fit olmak.
Geçen bir haftada beyaz, etli parmaklarıyla mutfakta iş yapan annesine arkadan yaklaşıp,
belinin yan tarafından gıdıklayıp kararından caydırmayı ve hamburger sayısına koyulan
kotayı kaldırmayı mı denemedi. Annesinin karşısına geçip, aslında henüz hiçbir eksilme
emaresi görülmeyen göbeğini gösterip, sanki kıtlıktan kırılmış gibi iki büklüm olup, artistik
bir şekilde sağ elini annesine uzatıp, acıklı Türk filmi repliklerini taklit ederek:
“Nayır, nolamaz. Sevgili valdeciğim, biliyorsunuz mahdumunuz henüz orta üçüncü sınıf
öğrenci-pardon- talebesi. Ona bu çeşit eziyetleri reva görmeniz doğru mu? Merhamet,
merhamet! Aksi takdirde zafiyet geçirip öliciym…” Deyip arkasına filmlerdeki veremli
insanlarınki gibi acıklı birkaç öksürük mü eklemedi. Neler neler... Ama nafile, annesi nuh
diyor, peygamber demiyordu…
Bir hafta daha geçti. Ümidi giderek tükeniyordu. Bu arada, sair zamanlarda patlayacak
korkusuyla, yatağına oturarak, ağır çekim giyindiği o öğretim yılının üçüncü pantolonunun
bir-iki santim bolardığını fark etti. Bir kötü oldu ki… İyiden iyiye acımaya başladı kendine.
Okulda da arkadaşları onun kaçan neşesini fark etmişti. Muzip haylazlar, İstanbul’un fethinin
Tarih Öğretmenleri Hasan Cemil Bey’in coşkulu anlatımıyla işlendiği bir tarih dersinin
akabinde cenk havasına girip sataştılar garibana. Konuşmalarına, televizyondan seyredip
filmlerden kopyaladıkları, Cüneyt Arkın’ın Kara Murat tonu verip:
—Hayrola Cihan, bir haller var sende bilirüz, bilirüüüz. Keyfin yok. Dikkatimizden
kaçmamıştır bilesin. Birkaç gram zayıflamışa benzersin. Artık gözlerin saadetle parlamıyor.
Nicedir gözbebeklerinin içinde hamburger sembolünü göremez olduk. Sebep ne ola ki?
Deyip, arkasından da çatlak ve kalabalık bir ergen kahkahası attılar.
Artık ümitsizliğin koyu eşiğinde, şen ve gamsız hali neredeyse hiç kalmamış olan tosuncuk,
onlara cevap vermeden arkasını dönüp, kamburunu çıkarıp kös kös yürüyüp çıktı sınıftan.
Anlaşmanın üzerinden tam üç hafta geçmişti… Cihan karamsarlığın son kertesindeydi...
Takatten düşmüş, canlılığını kaybetmiş, ağzını bıçak açmayan mutsuz bir çocuk olup
çıkmıştı.
Bir akşam anne ve babası, alıp karşılarına dediler ki ona:
-Ne oldun oğlum? Ne bu hal?
Ergenliğin arifesindeki tumbadız, terslendi:
-Ne varmış halimde! Bir anlaşma yaptık. Ben de paşa paşa uyuyorum koyduğunuz şarta!
Yemiyorum işte artık hamburger mamburger! Hayattaki tek zevkimi elimden aldınız!
Memnun musunuz bari!
-Oğlum… Biz senin iyi…
-Ne iyiliği ya! Ne iyiliği! İyi mi oldu yani böyle! Gözlerimin önü kararıyor ayağa
kalkıverince! Elbiselerimin içinde yüzüyorum! Hiçbir şey yapmak istemiyorum! Mutsuzum,
anlamıyor musunuz, mutsuzum!
Onların önünde ağlamayı onuruna yediremedi. Çarptı kapıyı, çıktı odadan…
Birbirlerine bakakaldılar…
Neden sonra Mahmut Bey karısına döndü, umutsuzca hımırdandı:
-Offf! Hanım sen bana bir orta şekerli yap hele… Geçmiş borun pazarı artık, geçmiiiiş.
Keyifle okudum. Çok güzel bir hikaye olmuş. Emeğinize sağlık.