top of page

İnsanca Yaşayamadık

Eşsiz ve mükemmel bir şekilde yaratıldık ancak yaratanı ve yaratılış gayemizi unuttuk. O’na karşı olan sorumluluklarımızı yerine getiremedik. O’na değil, kula kulluk ettik. Ufak bir tökezlemede bile isyan ettik. Bunda da vardır bir hayır diyemedik.


İnsandık ve insanca yaşayacaktık. Bu, bizim için büyük bir hayaldi. Ancak bu hayaleulaşmak için doğru adımlar atmadık ve yeterince çaba da göstermedik. Üstad Necip Fazıl “Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” der. Biz nur akan oluktan değil, kir akan oluktan beslendik ve kirli kaldık. Bu dünyada insanca yaşamak varken, insanlıktan uzak yaşamayı tercih ettik.


İnsanı merkeze alan bir anlayışa sahip olamadık. İnsanı bir “değer” olarak göremedik. Önce insan diyemedik. İnsana insan olduğu için değer vermemiz gerektiğini unuttuk. Usta şair Ahmet Arif “Bir gönül inceliğidir, bir insana değerli olduğunu hissettirmek.” der. Biz bunu hiç yapamadık.


Birbirimize merhaba diyemedik, hal hatır soramadık. İçimize kapandık ve birbirimize yabancılaştık. Birbirimize sarılıp kucaklaşamadık, hep uzaklaştık. Kalabalıklar içinde yalnız kaldık. Büyük şair Özdemir Asaf’ın “İnsanlar, insanların içinde, insana hasret yaşarlar.” dediği gibi insana hasret kaldık. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp “İnsan arıyorum” diyen Filozof Diyojen gibi insanlar içinde insan arar olduk. Aradığımız aslında insan değil, insanlıktı. Bunu fark edemedik.


insanca yaşayabiliyor muyuz?
insanca yaşayamamak


“Neyi paylaşamıyoruz, neyin kavgasını veriyoruz” diye belki hiç düşünmedik. Her yere sığdık da şu koca dünyaya sığamadık. “Bu uçsuz bucaksız yeryüzü ve gökyüzü hepimize yeter” diyemedik. Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünya bize kalacak sandık. Bu dünyada misafir olduğumuzu unuttuk. “Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti, nice han nice sultan tahtı bıraktı geçti, Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.” diyen büyük şair Yunus Emre’yi anlayamadık.


Kalp kırdık, gönül yıktık. Sonra özür bile dilemedik, özür dilemeyi bir erdemlik değil,eziklik olarak gördük. “Kalp kırmak, Kâbeyi yıkmak gibidir.” derler. Biz kalp kırarak ne yaptığımızın farkına bile varamadık. “Can yakıp, kalp kırma ey insanoğlu. Senin de gül benzin solacak bir gün. Her canlının kalbi Allah’a bağlı. Herkes ettiğini bulacak bir gün.” diyen büyük usta Neşet Ertaş’ı belki de hiç dinlemedik.


Sevdiklerimize yaşarken değer vermedik. Onlara hayattayken bir kere olsun “Seni seviyorum” demedik. Kıymetlerini, onları kaybedince anladık. Arkalarından günlerce ağladık ve ağıtlar yaktık. Ancak ne sesimizi duyurabildik ne de geri getirebildik. Toprak aldığını geri vermiyormuş, bunu bir kere daha anladık. “Kıymet bilmek kaybedince arkasından ağlamak değil, yanındayken sımsıkı sarılmaktır.” diyen büyük insan Mevlânâ’yı idrak edemedik.


Affetmeyi bilemedik. Çok basit sebeplerden dolayı en yakınlarımızla bile yıllarca küs kaldık ve bu dünyadan küs gittik. Allah tövbe eden günahkâr kullarını bile affederken biz affedemedik. Birbirimizin ayağına gitmek istemedik. Çocuklar gibi “ben büyüğüm, sen küçüksün” diye üstünlük yarışına girdik. Büyüklük bizde kalsın diyemedik.


Doğru olamadık. Ne olduğumuz gibi görünebildik ne de göründüğümüz gibi olabildik. Amaçlarımıza ulaşmak için her yolu mübah saydık ve bu yüzden hata üstüne hata yaptık. Hatalarımızın üstünü kapatmak için de milli ve manevi değerlerimizi istismar ettik ve bu değerlere çok büyük zararlar verdik. İranlı ünlü düşünür Ali Şeriati “Haram lokma yerken besmele çekenlerden tiksindim.” der. Maalesef özü ve sözü bir olan insanlardan olamadık. İnsanları yanılttık ve aldattık.


Hoşgörülü olamadık. O bizden değildir diyerek insanları ayrıştırdık ve ötekileştirdik. Farklılıklara tahammül edemedik. Bir ve birlikte olmayı başaramadık. Sevinçlerimizi ve acılarımızı hep birlikte paylaşamadık. Kapımızı ve gönlümüzü herkese değil, sadece bizden olanlara açtık. Bizden olmayanları da hor ve hakir gördük. Büyük mütefekkir Mevlânâ gibi “Gel, ne olursan ol yine gel.” diyemedik.


Sevmeyi ve sevilmeyi bilemedik. En başta kendimizi sevemedik, en yakınımızda olanları sevemedik. Belki de sevdik ama bunu hissettiremedik. Sevgi hissedince ve hissettirince güzeldir, bunu anlayamadık. “İnsan sevgi ile yaşar.” diyen yazar Tolstoy’u belki hiç okumadık. “Sevmekten geri kalma, yapan ol yıkan olma, sevene diken olma, gülü incitme gönül.” diye bizlere öğüt veren şair Bestami Yazgan’a belki hiç kulak vermedik. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız.” hadisi şerifini kendimize şiar edinemedik.


İyi olamadık ve iyi kalamadık. İyilik yaptık ancak bunu yaparken ya karşılık bekledik ya da gösterişe kaçtık. Böyle yaparak iyilik yaptığımızı sandık ancak yanıldık. “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” diyemedik. “Bir elin verdiğini öbür elin görmesin.” diyen büyüklerimizi, “İyilik yapan mükâfat bekliyorsa tefecidir.” diyen üstad Cemil Meriç’i anlayamadık. Biz içimizdeki iyiliği değil, kötülüğü besledik ve onu büyüttük. Bizi yiyip bitiren bu kötülükten bir türlü kurtulamadık.


Kötülüğe kötülükle karşılık verdik. Böyle yaparak onların seviyesine düştük ve bizde kötü olduk. Kötülüğün kötülükle değil, iyilikle yok edilebileceğini düşünemedik. Asılolan her şeye rağmen iyi olabilmek ve öyle kalabilmektir, biz bunu başaramadık.Büyük halk ereni Hacı Bektaş-i Veli gibi “İncinsen de incitme” diyemedik. “Dövene elsiz, sövene dilsiz gerek” diyen büyük şair Yunus Emre gibi olamadık.


Özeleştiri yapamadık. Hep başkasını eleştirdik, dönüp kendimize hiç bakmadık. İğneyi kendimize, çuvaldızı hep başkasına batırdık. Hatalarımızı ve kusurlarımızı görmedik, görsek de yanlış olduğunu kabul etmedik.


Vefa nedir bilemedik, vefayı sadece İstanbul’da bir semtin adı sandık. Ancak yine yanıldık. Vefanın hatırlamak değil, unutmamak olduğunu öğrenemedik. Hayatımıza dokunan ve bizde anlamlı izler bırakan en değerli dostlarımızı bile unuttuk. Birlikte yaşanılan en güzel anıları bir çırpıda silip attık. Vefalı olamadık. Dost bildiklerimizin vefasızlığını görünce vefanın ekmek kadar, su kadar önemli olduğunu anladık. “Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.” diyen büyük mutasavvıf Hallac-ı Mansur’u tanıyamadık.


Anlamak ve anlaşılmak istemedik. Usta şair Sezai Karakoç “Anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister, samimiyet ister…” derken, biz bu masraftan hep kaçındık. Birbirimizi anlamaya çalışmadık. Önyargıyla hareket ettik. Birbirimizi suçladık. Ben haklıydım, sen haklıydın kavgasına girdik. Alttan alan taraf hiç olamadık. En küçük sorunları bile çok büyüttük ve çözülemez hale getirdik. “İnsan anladığı ve anlaşıldığı insanda çiçek açar.” derler. Biz birbirimizde çiçek açamadık.


Güvenilir olamadık. Söz verdik ancak sözümüzde duramadık. Bize bırakılan emanete sahip çıkamadık. “Aramızda kalsın” denilen sırları başkalarıyla paylaştık. İnsanların bize olan güvenini hep boşa çıkardık. Yazar Doğan Cüceloğlu "Güvenilir insan olmak, bir insanın erişebileceği en yüksek mertebedir." der. Biz o mertebeye hiç ulaşamadık.


Doğru olanda değil, yanlış olanda ısrar ettik ve yanlışa saplandık. Buradan çıkmak için çaba göstermedik. Kimseye kulak vermedik, versek de dikkate almadık. Sadece kendi bildiğimizi okuduk. Geçmişte böyle davranan kişilerin ve toplumların başlarına gelenleri görmezden ve duymazdan geldik. Yaşananlardan ders çıkarmadık. Bizde onların düştüğü duruma düştük.


Adil olamadık. En başta evimizde adil olamadık. Çocuklarımız arasında eşit mal paylaşımında bulunamadık. Kardeşleri birbirine düşürdük. İşyerinde adil olamadık. Çalışanı değil çalışmayanı ödüllendirdik. Çalışanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozduk. Adaletin tesis edilmesi için inşa edilen adalet saraylarında da adil olamadık. Nice mağdurlar yarattık. Ülkeyi yönetirken adil olamadık. Her bölgeye, her insana eşit hizmet götüremedik. İşe alımlarda, ihale dağıtımlarında hep yakınlarımıza öncelik tanıdık. İnsanların devlete olan inancını ve güvenini zedeledik. Hak edip de hakkını alamayanların ahını aldık. Adaletin bir gün herkese lazım olabileceği gerçeğini hep göz ardı ettik.


Bencil davrandık. Sadece kendimizi düşündük. Başkalarını ne umursadık ne de önemsedik. Bir haksızlığa uğradığımızda ortalığı ayağa kaldırdık. Ancak benzer tepkiyi başkaları için vermedik. Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dedik ama o yılanın bir gün bize dokunacağını hesap edemedik.


Haklının yanında değil, güçlünün yanında yer aldık. Haklıya haklı, haksıza haksızsın diyemedik. Çıkarlarımızı korumak için birçok yanlışa göz yumduk. İlkeli ve onurlu bir duruş ortaya koyamadık.


Cesur olamadık. İçinde insanca yaşayabileceğimiz bir Dünya inşa etmek için mücadele etmedik. Haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı sessiz kaldık. Sadece uzaktan seyretmekle yetindik. Elimizi taşın altına koymak istemedik. Bedel ödemekten çekindik. Umudun ve aşkın şairi Nazım Hikmet “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” der. Biz sadece yanmaktan değil, yanmayı göze alan cesaretli insanların yanında olduğumuzu dile getirmekten de korktuk. Hz. İbrahim’in ateşine bir damla su taşıyan karınca kadar olamadık.


İnsanların yaşam koşullarını iyileştiremedik. İnsanları açlığa ve yoksulluğa mahkûm ettik. İnsanların en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadık. Evine ekmek götüremediği için canına kıyan, kalacak bir yeri olmadığı için parklarda yatan insanlara şahit olduk. Kimsesizlerin kimsesi olamadık. “Dicle’nin kenarında bir kurt bir kuzu kapsa bunun hesabı Ömer’den sorulur.” anlayışını benimseyemedik. Sadece yaşamayı düşündük. Yaşarken yaşatmayı bilemedik. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi'ye “Ey oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın” nasihatini kendimize düstur edinemedik.


Merhametli olamadık. Mazlumların, mağdurların ve gariplerin yanında yer alamadık, dertleri ile dertlenemedik. Onların yaralarına merhem olamadık, akan gözyaşlarını silemedik. “Merhamet ediniz ki merhamet bulasınız.” hadisi şerifini kendimize şiar edinemedik. Yazar Muhyiddin Şekûr “Her şeyini kaybetsen bile merhametini kaybetme. Merhamet, insanı insan yapan en önemli duygudur.” der. Biz bu duyguyu çoktan kaybettik. Karıncayı bile incitmezken, en şerefli varlık olan insanların canına kıyar olduk.


Tevazu sahibi olamadık. Kendimizi çok kıymetli gördük, “ben olmazsam” şöyle olurdu şeklinde büyük büyük cümleler kurduk. Kendimizi ve sahip olduğumuz her şeyi anlata anlata bitiremedik. Ancak bize ait olan her şeyin aslında birer emanet olduğunu anlayamadık. Aciz olduğumuzu unuttuk, yaptığımız her şeyi kendimizden bildik. Kibirli tavırlarda bulunarak çevremize kalın duvarlar ördük. Sevdiklerimizi kendimizden uzaklaştırdık ve yapayalnız kaldık.

Kin ve nefretten beslendik. Yüreğimize kardeşlik tohumu yerine, kin ve nefret tohumu ektik. Birbirimizi çekemedik ve istemedik. Yan yana gelmeyi bile başaramadık. Gelsek de çelme takıp, düşmelerine ve yolda kalmalarına neden olduk. Onlar yolda kalırken, biz hep yol almaya çalıştık. Böyle yaparak kazanacağımızı düşündük ancak kaybedenlerden olduk.


Dünya malına çok tamah ettik, bizi biz yapan insani ve ahlaki değerlerden uzaklaştık. Elimizdekiler ile yetinmeyi bilmedik, hep daha fazlasını istedik. Ne gözümüzü ne de gönlümüzü doyurabildik. Bu dünyaya çıplak gelip çıplak gittiğimizi unuttuk. Büyük alim İmam Gazali “İnsanoğlu o kadar dünyevileşir ki, mezar kazan bile öleceğine inanmaz.” der. Öleceğimize belki bizde inanmadık ve sadece bu dünya için çalıştık. Gönül heybemizi hep dünyalıklarla doldurduk. Sahip olduğumuz malın ve mülkün sayısını bile hatırlayamadık. Ancak her şeyin boş olduğunu ölüm kapımızı çaldığında anladık. Bu dünyadan giderken, dünyadan hiçbir şey götüremeyeceğimizi fark ettik.


Tembelleştik. Rahatımıza çok düştük, çalışmak istemedik. Çalışsak da işimizi hakkını vererek yapmadık. İşin hep kolayına kaçtık. İşten kaytarmayı bir hüner olarak gördük. Zorluklar karşısında hemen pes ettik, dayanmayı ve mücadele etmeyi bilemedik. İşimizde en iyi olmayı ve en iyiye ulaşmayı kendimize hedef edinmedik.


Kurallara uymadık, uyanları da saf olarak gördük. Kurallar çiğnenmek için değil, uyulmak için konulmuştur, bunu anlayamadık. Uymadığımız kurallara başkalarının uymasını istedik. Ancak başarılı olamadık. Kuralları hiçe sayarak başka insanların haklarını ihlâl ettik, düzeni bozduk ve kargaşaya neden olduk. Doğaya ve çevreye büyük zararlar verdik.


Okumak, araştırmak ve öğrenmek istemedik. Okuyanı teşvik etmedik. Okuyana, “okuyup başımıza adam mı olacaksın” dedik. Kulaktan dolma bilgilerle hayatımızı devam ettirmeye çalıştık. Yaklaşık dört yüz yıl önce “Bilgi güçtür” diyen İngiliz düşünür Francis Bacon'u anlayamadık. Teknolojiyi amacı dışında kullandık ve teknolojinin tuzağına düştük. En kıymetli zamanlarımızı hep boşa harcadık. Keyfiyeti keyfe feda ettik. Kendimizi geliştirmeyi ve geleceğe daha emin adımlarla yürümeyi hedef edinmedik.


Şiddete başvurduk. Sorunlarımızı konuşarak değil, kavga ederek çözmeye çalıştık. Yapıcı olmayı değil, kırıcı olmayı tercih ettik. Vurup kırmaktan, yıkıp dökmekten çekinmedik. İşkence etmekten, kan dökmekten korkmadık. Çok vicdansızlaştık. Çok acımasızlaştık. Zalimlerden daha zalim olduk. “Biz gelmedik kavga için, bizim işimiz sevgi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldik.” diyen büyük şair Yunus Emre gibi gönüllere girmeyi ve gönüllerde kalmayı başaramadık.


İnsanca yaşayamadığımız gibi insanca da ölemedik. Yaptığımız hataların ve ihmallerin sonucunda, birçok masum insanın ölümüne sebep olduk. Ölenlerin cansız bedenlerine ulaşmakta ve kimliklerini tespit etmekte zorlandık. Geride kalanlara tarifi mümkün olmayan büyük acılar yaşattık. Ve bunların hepsini kadere bağladık. Sorumluluk alıp gerekeni yapmadık. Gerekli önlemleri önceden değil, sonradan aldık. Her defasında bu son olsun dedik ancak hep boşuna konuştuk.


Alıştık veya alıştırıldık. Şiddete alıştık. Kadın cinayetlerine alıştık. Çocukların istismar edilmesine alıştık. İş kazalarına alıştık. Ölüm haberlerine alıştık. Adaletsizliğe alıştık. Yoksulluğa ve yolsuzluğa alıştık. Kötülüğe alıştık. Tepki göstermemiz gerekirken gösteremediğimiz her şeye alıştık.


Her şeyi becerdik ama insanca yaşamayı beceremedik. ABD’li ünlü düşünür Martin Luther King “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik. Ancak çok basit olan insanca yaşamayı unuttuk.” der. Aslında bu dünyada en önemli önceliğimiz insanca yaşamak olmalıydı, bunu ne anlayabildik ne de anlatabildik. Hayatımız bir ders olsaydı, bu dersten belki de hepimiz kalırdık. Çünkü bu dersi hiç önemsemedik, hep savsakladık. Sonra başımıza gelenlere inanmadık. Şaşırdık. “Olamaz, mümkün değil” dedik. Ancak gerçek olduğunu anladığımızda; ağladık, yandık, yıkıldık, kahrettik. Haber bültenlerinde “insanlık ölmüş” dedirten görüntüleri seyretmekten ve “Dünyanın çivisi çıkmış” demekten artık bıktık, usandık.


Aslında yaşanılması kolay olan bu hayatı biz kendi elimizle zorlaştırdık ve yaşanmaz hale getirdik. Nazım Hikmet’in “Alt tarafı bir çiçek koklayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan. Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz. Vicdansızların, sapıkların, katillerin, nefretin, cehaletin ortasına düştük.” dediği böyle bir zamanda insan olarak insanlığımızdan utandık ve bu dünyada yaşamaktan nefret ettik.

Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dil, din, ırk ve milletten olursa olsun, her türlü kötülüğün kol gezdiği bu zamanda insanca yaşamayı becerebilen ve insan kalan herkese selam olsun.


Comments


bottom of page