Uluslararası Evlatlık: Koparılan Köklerin Çağrısı
- İletişim
- 3 Ağu
- 4 dakikada okunur
Bir hayatın temelleri ne kadar sağlam olabilir? Ya 48 yıl boyunca üzerine bastığınız zeminin, aslında kimliğinizin eksik bir parçası olduğunu fark ederseniz? DW Türkçe'nin "Hollanda'nın Karanlık Yüzü - 48 yıl sonra ortaya çıkan gerçek" başlıklı belgeseli, tam da bu soruyu, izleyicisinin zihnine bir daha silinmemek üzere kazıyor. Bu sadece bir aile dramı değil; savaşın, yoksulluğun, iyi niyetin ve yolsuzluğun iç içe geçtiği, iki ulusun ortak tarihinde açılmış derin bir yaranın hikayesi.
Belgeseli izlemek ve bu makalede anlatılanların canlı tanığı olmak için:
Video, bizi Amsterdamlı bir yönetmen olan 51 yaşındaki Sander ile tanıştırıyor. Biyolojik ailesini bulmak için bir süredir devam eden arayışı, yaptırdığı bir DNA testiyle hayatının seyrini değiştirecek bir dönüm noktasına ulaşıyor. Testin ardından Hollanda’da Bangladeş’ten evlatlık verilen insanlara yardım eden bir kuruluş ona o büyük haberi veriyor: "48 yıldır görmediği, haber almadığı ailesinin kim olduğunu öğrendi." Bu somut bilgi, Sander'i sadece kişisel geçmişine değil, aynı zamanda bir ülkenin trajedisine ve uluslararası evlat edinme sisteminin karanlık yüzüne doğru kaçınılmaz bir yolculuğa çıkarır.
Aynı Kandan, Ayrı Dillerden Yükselen Gözyaşları
Belgeselin en vurucu anı, şüphesiz Sander'in 48 yıl sonra Bangladeş'te kardeşi Barkat ile karşılaştığı o an. Barkat, kardeşini yıllarca "doğduğunda konulan adıyla yani Tipu ile hatırlıyor." Aradan geçen yarım asır, onları iki yabancıya dönüştürmüş. Aynı dili konuşmuyorlar, muhtemelen aynı Tanrı'ya inanmıyorlar ve bambaşka dünyalarda büyümüşler. Ama o ilk kucaklaşma anında, tüm bu duvarlar yıkılıyor. "Konuştukları dil aynı olmasa da beden diliyle anlaşmayı başarıyorlar." Gözyaşları, kelimelerin anlatamadığı o derin özlemi, kaybı ve yeniden buluşmanın getirdiği tarifsiz duyguyu anlatıyor. Bu sahne, kan bağının coğrafya, kültür ve zamanın ötesindeki sarsılmaz gücünün en somut kanıtıdır.

Bir "İnsani Kriz" Nasıl Bir Çocuk Pazarına Dönüştü?
Sander'in hikayesinin kökleri, Bangladeş'in tarihinin en acı dolu dönemine uzanıyor. Belgeselin de altını çizdiği gibi, "1971’de Bangladeş acımasız bir savaşın ardından Pakistan’dan bağımsızlığını ilan etti. Ancak bu olaylar sırasında Pakistan ordusu tarafından yapılan toplu tecavüzler sonucunda binlerce çocuk dünyaya geldi." Bu "savaş bebekleri", ardından gelen 1974 kıtlığı ve korkunç yoksulluk, ülkeyi bir insani krizin içine sürükledi.
Bu denklemin diğer tarafında ise bambaşka bir toplumsal dönüşüm yaşanıyordu. 1960'lar ve 70'ler, Batı dünyasında, özellikle de Hollanda gibi ülkelerde, kadının toplumsal rolünün kökten değiştiği bir döneme denk geliyordu. Maastrich Üniversitesinden araştırmacı Elvira Loebl'e göre ikinci dalga feminizm rüzgarıyla birlikte kadınlar, eğitim ve kariyer hedeflerine daha fazla odaklanmaya, iş gücüne kitlesel olarak katılmaya başladı. Bu özgürleşme hareketi, doğal bir sonuç olarak evlilik ve çocuk sahibi olma yaşının ileriye ötelenmesine neden oldu. Ancak bu sosyolojik değişim, biyolojik gerçekleri değiştirmedi. İlerleyen yaşlarda aile kurmak isteyen pek çok çift, doğurganlık sorunlarıyla karşılaştı veya biyolojik olarak çocuk sahibi olma imkanını yitirdi. Refah seviyesi yüksek, maddi olarak bir çocuğa bakmaya hazır ancak biyolojik olarak bu imkana sahip olmayan bu yeni nesil, derin bir çocuk hasreti çekiyordu. İşte Bangladeş'teki trajik "arz," Batı'daki bu yoğun ve karşılanamayan "talebi" besleyen bir kaynak haline geldi. Uluslararası evlat edinme, bu çiftler için aile kurma hayallerini gerçekleştirmenin en makul ve çoğu zaman tek yolu olarak görüldü.
Bu iki dünyanın kesişiminde, Heilsarmee, Terre des Hommes (TDH) gibi kuruluşlar, "çocuklara yardım etmek için Tongi’de okullar, Dakka’da ise çocuk yuvaları kurdu." Ancak iyi niyetle başlayan bu süreç, kısa sürede kontrolden çıktı. Tongi'deki annelerin feryatları bu dönüşümün en acı tanığı: "1970’li yıllarda yoksulluktan birçok çocuk sivil toplum kuruluşlarına verildi." Ancak çok geçmeden, bu kuruluşlar "çocuk ticareti yapmak ve insanları çocuklarını evlatlık vermeye zorlamakla" suçlanmaya başlandı. Yasa dışı evlat edinme konusunda araştırmalar yapan Elvira Loebl'ın tespiti durumu özetliyor: "İnsani gerekçelerle başlayan evlat edinme zamanla bambaşka bir tarafa evrildi." Para işin içine girince, "yolsuzluğun da kapısı aralandı" ve en savunmasız olan çocuklar, birer metaya dönüştü.
Yüzleşen Demokrasi ve Gerçeğin Peşindeki Sivil Toplum
Bu trajediyi diğerlerinden ayıran ve umut veren nokta ise, yarım asır sonra bile olsa, gerçeğin peşine düşülebilmesi. Hollanda'da Sander gibi biyolojik ailesini arayanların sayısı arttıkça, "insanları huzursuz edecek tutarsızlıklar ortaya çıkmaya başladı." Bu, bir sivil toplum hareketini ateşledi.
Kendisi de bir evlatlık olan ve 35 yıldır ailesini arayan Suma'nın hikayesi bu noktada devreye giriyor. Suma, "evlatlık belgelerine güvenemese de geçmişini araştırmaya devam etmiş" ve kurucusu olduğu Shapla Topluluğu ile Sander gibi yüzlerce insanın ailesini bulmasına yardım ediyor. Onun mücadelesi, devletlerin yarattığı enkazı yine insanların temizlemeye çalıştığının bir göstergesi.
Bu sivil baskı, Hollanda hükümetini harekete geçirdi. "Joustra Komisyonu" kurularak 1967-1998 yılları arasındaki evlat edinme suistimalleri soruşturuldu. Komisyonun kendi devletinin sorumluluğunu kabul eden raporu sonucunda Hollanda, 2024'te uluslararası evlat edinmeyi sonlandırdı. Bu, bir devletin kendi karanlık geçmişiyle yüzleşebilmesinin ve hesap verebilirliğinin ne kadar önemli olduğunu gösteren, takdire şayan bir adımdır.
Sonuç: Karanlıktan Doğan Umut ve Demokrasinin Değeri
Sander'in Bangladeş'e yaptığı yolculuk, "48 yıl önce hayatının yeniden başladığı yere dönüş yolculuğu"ydu. Bu yolculuk, sadece ona değil, tüm izleyicilere derin sorular bıraktı. Hikaye, Hollanda'nın kendi geçmişiyle yüzleşip sistemdeki rolünü kabul etmesiyle adaletin en azından bir tarafta işlediğini gösteriyor. Ancak madalyonun diğer yüzü havada kalıyor. Belgesel, bu kirli ticaretten doğrudan maddi menfaat sağlayan, çocukların belgelerinde sahtecilik yapan veya çaresiz aileleri kandıran Bangladeşli yerel merciler, aracılar ve kişiler hakkında benzer bir soruşturma, yargılama veya toplumsal yüzleşme yaşandığına dair hiçbir bilgi sunmuyor. Bu durum, adaletin bireyler kamu organları ve kuruluşları üzerinde baskı oluşturabildikleri ortamlarda daha etkili bir şekilde ortaya çıkabileceğini gösteriyor.
Nihayetinde bu belgesel, kayıp kimlikler ve para hırsıyla karartılmış hayatların trajedisini gözler önüne sererken; her şeye rağmen gerçeği arayan insanların kurduğu sivil inisiyatiflerin, onlara ses veren işleyen bir demokrasinin ve kendi geçmişiyle yüzleşebilen bir devletin hesap verebilirliğinin ne kadar vazgeçilmez olduğunu da çarpıcı bir şekilde kanıtlıyor.




Yorumlar